ref: refs/heads/v3.0
DOLAR
32,6286
EURO
34,7879
ALTIN
2.511,81
BIST
9.524,59
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Yağmurlu
14°C
İstanbul
14°C
Yağmurlu
Cumartesi Açık
20°C
Pazar Az Bulutlu
21°C
Pazartesi Az Bulutlu
23°C
Salı Az Bulutlu
22°C

Mert Ali EREN

Tarih Araştırmacısı - Yazar

    Bir Medeniyet Muhasebesi

    25/01/2023 23:45 | Son Güncellenme: 25/01/2023 23:49
    A+
    A-

    Sultan ll. Abdülhamid Han’a atfedilen bir söz şöyledir: “Batı, hiçbir zaman âdil olmamıştır. Yükselişlerinde masumların kanı vardır, düşüşlerine de masumların göz yaşları sebep olacaktır.”

    Bazı hususlar vardır ki bunlar insan varlığının ve niçin var olduğunun temelini teşkil eder. Bunun en güzel örneği bugünkü uygarlık dediğimiz “Medeniyet” kelimesidir. Medeniyet demek: “Bolluk ve refah içerisinde yaşayan bir toplumun, güzel ahlak ile süslenip, sanayi teknoloji ve ilerleyici hassasiyetler ile beraber üst düzey bir yaşamın, toplumda mevcut olmasıdır” Bu şekilde yaşayan devletlere biz “Medeni devletler” veya “Muasır devletler” diyoruz. Peki, hakikaten bugün muasır ve medeni dediğimiz bu milletler tarihte nasıl yaşıyorlardı ve yapmış oldukları bu medeniyet algısının arkasında neler yatıyordu? 

    Elbette muasır ve medeni olan bir devlet ve bu devlette yaşayan insanlar, hiçbir dinin kurallarına muhalif olmazdı, herkes inandığı gibi yaşamaya, başka vatandaşlarının inançlarına saldırmadan mevcudiyetini sağlamaya devam ederdi. İsveç’te olduğu gibi İslam dininin mukaddes kitabı olan Kur’an-ı Kerim’in yakılmasına devlet ve hükümet rejimi ve adamları bunları asla izin vermezdi ancak bugün böyle olmadı. “Bunların medeniyeti ne kadar gerçektir?” sorusu aklımıza gelen ilk soru olurken, “Aklı olan bir insan, evrensel bir dinin kitabına bu muameleyi hiç yapar mı?” Sorusu da kendiliğinden eklenmekteydi… Yoksa onlar insanlıktan nasibini mi almamıştı?

    Danimarkalı Rasmus Paludan isimli bir insan müsveddesi, tüm evrensel düsturları ve ananevi hukukları çiğneyerek, Stockholm’deki Türkiye Büyükelçiliğinin önünde bu alçak fiili işlediği tüm medya ve dünya kamuoyu tarafından bilinmektedir. Danimarka’da kurmuş olduğu partisinde de ırkçı ve nefret söylemleriyle 2 ay hapis cezası almıştı. Yıl, 2023. Daha ileriye gitmesi gereken insanoğlu neden geriye gitmektedir? Bu olayı da tarihî perspektifte birkaç biçimde incelemek mümkündür. 

    Reklam
    Reklam

    Öncelikle şunu belirtmek gerekir. Sultan ll. Abdülhamid Han’a atfedilen bir söz şöyledir: “Batı, hiçbir zaman âdil olmamıştır. Yükselişlerinde masumların kanı vardır, düşüşlerine de masumların göz yaşları sebep olacaktır.” Bu vecize söz söylediğinde muhtemelen Sultan’ın 1876-1909 arasındaki iktidar yıllarını kapsamaktaydı. Şimdi size bir mukayese yaptıracağım. Buradaki durumu basitçe anlayacaksınız… 

    Ülkemizin kıymetli şair ve mütefekkirlerinden olan, Yavuz Bülent Bakiler Bey, TRT kurumundayken 1975 yılında yapımcı ve yönetmen olarak, TRT Genel Müdürü Şaban Karataş tarafından kendisine bir görev tevdi edilir. Bu görev hülasa olarak şudur: 1975 yılında Kıbrıs’ta Uluslararası İslam Kongresi düzenlenecektir. Bu kongrede TRT’nin de olan bitenleri öğrenip, Türk kamuoyuna haber yapmasının yanı sıra oranın kültür özelliklerini taşıyan bir program yapması istenir Bülent Bey’den. Yanına Osman isimli bir kameramanı da alarak kendisine verilen görevi yapmak için yola çıkar. Bülent Bey yapacağı bu programla, Türk ve Yunan medeniyetlerinin mukayesesi üzerinde durmak ister. Zira asırlarca Türk ve Rumlar bu adada beraber yaşamışlardır. İlk önce Kıbrıs Müzesine giderler. Bu müzede bir Ferman vardır. “Kıbrıs Fatihi” II.Selim şu şekilde bir Hatt-ı Hümâyûn yayınlamıştır. : “Kıbrıs Kadısına ve Beylerbeyi’ne hüküm ola ki Kıbrıs’ta yaşayan gayrimüslimler; ticaret, seyahat ve ibadet konusunda şikayette bulunurlarsa sizleri mesul ederim. Hiç kimsenin, adadaki gayrimüslimleri rahatsız etmelerine fırsat verilmemesi ve adaletli olunması buyruğumdur” Yavuz Bülent Bey bunun yanında, müzede bir başka belge daha bulduğunu belirtir. Bu belgede ise Kıbrıs’taki Rumların, ibadetlerini yapabilmeleri için İstanbul’dan, Padişah tarafından mimarlar gönderilmiş, bunlar yapılması istenen kilisenin planlarını çizmişler. Yani devlet, Rumlar için kilisenin yapılmasına maddi ve manevi yardımlarda bulunmuştur. Bu ise kendi dininden olmayan bir tebâya karşı hoşgörünün en kıymetli örneklerinden birisidir. Bu kiliseye giderler, kameraman çekimlerini yapar. Ancak, Türk ve Yunan kültürlerini mukayese üzerine gitmiş oldukları Kıbrıs’ta 2. olarak gidilen yer ise bir Türk mescididir. Burası tamamen harabe ve bitâp durumda olmasının yanı sıra maalesef ki tuvalet olarak kullanılmıştır. 

    ReklamReklam

    Şimdi biz de odayı etraflıca bir şekilde irdeleyelim. 1566 yılında tahta çıkan 2. Selim bu fermanı yayınladığında yıl 1571’dir ve o tarihte Rumlar için bir kilise yaptırılmıştı. Bugün hala ayakta olan kilisenin camında tek bir çizik dahi yoktur. Buna binaen Türk ve Müslüman olanların, yani toprağın asıl sahibi olanların kullanmış olduğu bir mescidin 1975 yılına kadar tuvalet olarak kullanılması, (affedersiniz ki, uluorta pisliklerin durması) maalesef ki bu iki medeniyetin ne kadar birbirinden insanlık anlamında uzak olduğunun bir nişanesidir. İşte bu sebeptendir ki Konstantiniyye’li halk, yöneticileri kendi atasından, soyundan olmasına rağmen insanlık dışı davranışlarına karşı “Biz Kardinal külahı yerine Osmanlı sarığı görmeyi tercih ederiz” demişti…

    Ve yine bu fermanla bugün bazı kesimlerin hayran gözle bakmış olduğu Avrupa ülkelerinden birisine gidelim. Yıl, 1865. Yer, Belçika. Başta olan hükümdar ise 2. Leopold. 1865 yılından 1909 yılına kadar tahtta kalan Leopold. tahta kaldığı süre boyunca Afrika kıtasında 20 ile 30 milyon insanın katline sebebiyet vererek dünyanın en çok insan öldüren diktatörlerinin yer aldığı listelerin zirvelerinde gelen bir isimdir. Buna karşılık olarak yine aynı zamanda yaşayan, Sultan II. Abdülhamid’in sarayında pek çok Afrikalı siyahi, değil sadece siyahi olduğu için öldürülmek, muhtelif görevlerde bizzat padişah tarafından görevlendirilmekte ve maaş karşılığı çalışmaktaydılar. Kuşçubaşı Eşref Bey’in, emir eri olan Sudan’lı siyahi Musa’yı ise o dönemde herkes bilmekteydi. Sudan’lı Musa, Trablusgarp savaşı, Balkan savaşlarında, 1. Dünya savaşı’nda Çanakkale, Sinâ-Filistin, Hicaz-Yemen cephelerinde de savaşmıştı…

    2. Leopold’un tahta çıkış dönemini baz aldığımızda, ll.Selim’in fermanı ile arasında 294 yıl vardır. Tarihte 3 asır bile yaşayamayan birçok devlet olmuştur. Ancak aradan 294 yıl geçmesine rağmen ll.Selim dönemindeki medeniyetten, bugün dahi çok uzakta olduğumuz büyük bir gerçektir. Ecdâdını tanımayanlar bugün kendisine dayatılan ve fikirlerine çeşitli ideolojilerle empoze edilen sözde medeniyet mefhumunun, Avrupa’dan doğduğu yalanıyla körpecik beyinler zehirlenmektedir. Oysa ki tarih ilmi bizlere bir şuur kazandırır. Tarih ilmi elbette herkesin bilmesi gereken, ibret alması gereken bir hadiseler silsilesidir. Meşhur hukukçumuz Ahmet Cevdet Paşa tarih ilmi için, “Geçmişe bakıp bugün için ders çıkarmaktır” der ve bir hakikattir ki “Geçmişini bilmeyen geleceğine yön veremez.”

    O sebepledir ki bizler Yahya Kemal’in de deyimiyle “Ne harabî abi ne harabati olmalıyız. Biz, kökleri mâzide olan bir âti olmalıyız.” Zirâ tarih, bir milletin hâfızasıdır.

    Yazarın Diğer Yazıları
    Reklam
    Reklam
    Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.