ref: refs/heads/v3.0
DOLAR
32,2289
EURO
35,1041
ALTIN
2.271,65
BIST
8.840,80
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Az Bulutlu
22°C
İstanbul
22°C
Az Bulutlu
Perşembe Açık
20°C
Cuma Az Bulutlu
22°C
Cumartesi Az Bulutlu
21°C
Pazar Az Bulutlu
20°C

Mert Ali EREN

Tarih Araştırmacısı - Yazar

    Feshane-i Âmire’nin Doğuş Mücadelesi

    04/04/2023 16:39 | Son Güncellenme: 04/04/2023 16:40
    A+
    A-

    İthal ürünlerin önüne geçmek ve milli kalkınmaya topyekûn başlamak için, sair zorlu süreçler atlatan Osmanlı, bu sektörde başarılı olmak için çeşitli uygulamalar yaptılar.

    Sanayileşme, döneminin mevcut imkanları içerisinde ihtiyaç olan bir unsurdu. Az kaynaklı çok daha fazla iş yapılabilir, yerli üretim teşvik edilebilir, dışa bağımlılık azaltılabilir ve elde edilen ürün çeşitliliği çok daha fazla olabilirdi. Buna karşın harcanan maliyet çok daha minimalize olabilirdi. İşte dünyada kopan sanayileşme fırtınasının tezahürleri, Osmanlı ülkesinde de kendine yer bulmuştu. Bu, sanayi sektörünün doğumundaki alanların ilk başlarında gelen tekstil koluydu. Osmanlılar da tekstil koluna yönelik olarak bazı faaliyetlerde bulunmuşlardı. Fabrikai düsturla seri şekilde kendi elbiselerini kendileri üretmek istiyor ve ülke ekonomisine katkıda bulunmayı, dışa bağımlılığı azaltmayı gaye ediniyorlardı. Bunların başında da Fransa ve Tunus’tan ithal edilen feslerin yerine, yerli ve seri üretimle Türk feslerinin imalatı geliyordu.

    Fes’in, Türk toplumu tarafından kullanımı XVll. yüzyılların başlarına rastlar. Ancak fesin, hem resmi işlerde, hem de halk tarafından rağbet görülerek kullanılması ll. Mahmud’un fes ile alakalı çıkarmış olduğu kanunnameye dayanır. Devlet memurlarına fesin zorunlu kılınması elbette ki halk arasında da fese ılımlı yaklaşılmasına vesile olacaktı.

    Fesin resmi başlık olma hikâyesiyse, Sultan II. Mahmud’un bir Cuma selamlığı sonunda bahriyeli askerlerinin giydiği serpuşun dikkat çekmesi üzerine olacaktır. 1826’da Yeniçeri ocağı ilga edildiğinde ocağın içinde yer alan birimlerdeki askerlerin hangi elbiseleri giyeceği tartışma konusu olmuştu ve uygun bazı kıyafetler, başlarındaki amirleri tarafından tevdi ettirilerek giydiriliyordu. Mesela, Asâkir-i Mansureyi Muhammediye ordusuna, lll. Selim döneminde, Nizam-ı Cedid askerlerinin giydiği “şubara” isimli başlık resmi serpuş olmuştu. Ancak yeniçeriliği anımsatması ve önceki reformlarla da ilişkilendirildiği ve kullanışsız olduğu için şubara’nın kullanılmasından vazgeçilmişti.

    Reklam
    Reklam

    İşte, bölük amiri dediğimiz paşalardan birisi olan Kaptan-ı Derya (Deniz Kuvvetleri Komutanı) Koca Hüsrev Paşa, kendi askerleri olan leventlerine Tunus işi fes giydirmişti. Fes, menşei konusundaki ihtilaf olan bir başlıktır. Zira Macarlara isnad eden olduğu gibi, I. Bayezid  dönemine kullandığını ifade edenler vardır. Binaenaleyh bu başlık, XVlll. Yüzyıl sonları ve XlX. Yüzyıl başlarında, Türkler özelinde kullanılması hasebiyle Türk’e bir aidiyet kazanılmıştır.

    Tabii resmi kıyafet olmadan önce de büyük şehirlerde kullanılan bir başlıktı. Özellikle İzmir, İstanbul, Bursa şehirleri deniz ticaretine açık ve elverişli olmasından dolayı Fransa’dan ve Tunus’tan gelen muhtelif feslere gümrüklerde ev sahipliği yapmaktaydı. Bunların ticaretini genelde Yahudiler ve ve Rumlar üstlenmekte, Türk halkı da milli bir serpuş adderek giymekteydi.

    ReklamReklam

    1827 yılında Kaptan-ı Derya Koca Hüsrev Paşa, Seraskerliğe tayin edilmişti ve her yılın Mayıs ayında Bab-ı Meşihat’ta bir meclis toplanıyordu. Bu meclis o sene askerlerin hangi başlığı kullanacağı üzere numuneler getirerek tartışıyordu. Sultan II. Mahmud’un beğendiği ve Koca Hüsrev Paşa’nın getirdiği Fes numunesini, Şeyhülislam Kadızade Tahir Efendi fesin yarım parmak kadarlık püsküllü kısmını kapatmış ve buna onay verilmişti. Devlet adamlarının onayı neticesinde Sultan Mahmud’a da durum arz edilmiş ve fesin resmiyeti için iş, Sultan’ın buyruğuna bırakılmıştı.

    “Vezirlerimin meclislerinde görüştükleri konu üzerinde bilgim olmuştur. Başa fes giymenin şer’an bir yasağı olmadığına karar kılınmıştır. Elbise vesair kıyafetlerin müzakere edilerek, hangilerinin kullanılacağına dair karar, meclis tarafından verilmiştir. Gelecek yıl başına kadar tüm işlerin düzenlenmesi buyrulmuştur” şeklinde sadeleştirilen bir irade yayınlamıştır. Bunun üzerine Tunus’tan 50.000 adet test siparişi verildi ve “Feshane-i Amire’nin” temelleri de atılmış oldu.

    Feshanei amirenin birçok badireler atlatmıştır. Pek çok sebeplerden dolayı bu Feshane istenileni bir türlü verememiştir. Özellikle Bursa, İstanbul ve Edirne olmak üzere 3 farklı şehirde Feshane kurulmuş ve bunlardan imalatı yapılmıştır. Ancak çıkan ürünlere baktığımız zaman Bursa’dan çıkan ürünlerin kullanılan ipekler ve malzemeler bakımından çok zengin olmasından dolayı aynı Tunus işi fesler gibi, çok üst bir kaliteye sahipken Edirne, Bursa’daki ürünlere nazaran çok daha alt segmenttedir. İstanbul ise Edirne’ye göre bile aşağıdadır. Bu durum, Sultan II. Mahmud’u pek hoşnut etmez ve tanzimine, ıslahına gidilmesini ister. Gerekli önlemler alınsa da İstanbul’da ve Edirne’deki fabrikalar istenileni veremez ve en nihayetinde kapatma düşünceleri zihinlerde belirmeye başlar.

    İzmir limanında, 30.000 kadar Tunus’tan gelen fesler gümrükte tutuluyorken, bir Fransız zenginin bu gümrükten malları alıp İstanbul pazarına sunması büyük bir ekonomik kaos oluşturmuştur. Feshane Nazırı Mustafa Efendi’ye dair de, gerek çalışanlar gerek halk tarafından bir memnuniyetsizlik durumu olması işleri iyice sıkıntıya sokmuştu. Feslerin ciddi oranda fiyatların da yükselmesinden dolayı 1830 yılında Feshane Nezareti lağvedilmiş ve sorumlusu olarak da Mustafa Fevzi Efendi gösterilerek “Mamuileyhin râbıtasız hareketi veçhilesiyle” fes üretiminin Frenklere düştüğü belirtilmişti…

    Tarihler 1832 yılını gösterdiği zaman, gayet liyakatlı ve  bilhassa devlet görevlerini layıkıyla yerine getiren bir isim göze çarpacaktır. İzmir’in eski İhtisab Nazırlarından olan Ömer Lütfi Efendi ile yeni bir dönem başlayacaktır. Ömer Lütfi Efendi devlet kademelerinde sözü geçen ve güvenilir, çalışkan, özü sözü bir, devletinin menfaatini düşünen bir şahsiyet olması hasebiyle Feshane Nazırlığına getirilecektir.

    Ömer Lütfi Efendi, göreve gelir gelmez ilk iş olarak fesin ana vatanı olan Tunus’tan İstanbul’a fesçi usta ve kalfalarını getirtmiştir. Getirilen bu ustaların yanına yerli Türk elemanlarını koyarak onlardan bu işin en iyi bir şekilde nasıl yapılması gerektiğini ve yapılacağını öğrenmelerini istemişti. Tunus’tan gelen bu 24 ustanın yanına “Bursa Fes Fabrikasından” 15 tane de kalfa eklenerek yerleştirilmiş, ustalardan teknik ve pratik bilgileri öğrenmeleri amaçlanmıştı. 16 ay boyunca devam eden bu süreç içerisinde üretilen fes sayısı çok cüzi bir sayıdaydı. Üretilenlerde işin aslında pek kaliteli olmamıştı.

    Bu getirilen ustalar, çok yüksek maaşlarla çalıştırılmış ve konaklayacakları yerler dahi devlet bütçesinden karşılanmış ancak Tunus’ta üretilen feslerin kalitesinde fes üretilememişti. Feslerin renkleri de Tunus feslerine nazaran daha cansız ve daha kötü gözüküyordu. Ömer Lütfi Efendi bu başarısızlığın nedenini ustalara sorunca Tunuslu ustalar bunun İstanbul’un suyunda bulunan kireç ve benzeri harici maddelerden kaynaklandığını ileri sürmüşlerdi. İş gerçekten bundan mı ibaretti?

    Vatanını ve milletini seven, yerli sanayi üretiminin olmasını isteyen ve devletinin bekasını düşünen Ömer Lütfi Efendi, bu durumdan şüphelenmişti. Bunun üzerine Ankara’dan boya işlerinde maharetli olan “Avanis Ağa” adında bir Ermeni vatandaş, “Yakup takma” adı ile bu fabrikaya Ömer Lütfi Efendi tarafından boya işçisi olarak sokulmuştu. Amacı, olayları içeriden gözlemleyerek istihbarat sağlamaktı.

    Feshanenin içinde ünlerce vakit geçiren Avanis Ağa, neler olduğunu perde ardından daha net görüyordu. Olayları ve durumları iyice analiz eden Ermeni Avanis Ağa, çoktan bir karara varmıştı bile… Avanis, Tunus’lu ustalardan gizlice Beykoz Kağıthanesine, imâl edilen feslerden bir deste götürerek boyamış, kurulamış, kuruttuktan sonra da Feshane Nâzırı Ömer Lütfi Efendi’ye getirmişti. Takdim edilen fesler, Tunus yapımı feslerle karşılaştırıldığında ayırt edilemeyecek kadar benzer kalitede oldukları görülmüştü. Esasında, Ömer Lütfi Efendi’nin şüphelendiği gibiydi olay. İstanbul’un suyunda herhangi bir problem olmadığını, ancak Tunus’tan getirilen ustaların kendi aralarında örgütleşerek, fes yapım işini Osmanlılardan saklayarak, fesleri kendileri üretip daha yüksek fiyattan Osmanlı devletine satarak, daha yüksek karlar elde etmeyi düşünmüşlerdi. Mamafih kendilerine gerek kalmayan Tunus’lu ustalar 4 Mayıs 1833’te memleketlerine gönderildi. Böylelikle hakikat gün yüzüne çıkmış, Feshane-i Âmire tam anlamıyla kurulmuş oluyordu.

    İthal ürünlerin önüne geçmek ve milli kalkınmaya topyekûn başlamak için, sair zorlu süreçler atlatan Osmanlı, bu sektörde başarılı olmak için çeşitli uygulamalar yaptılar. Feslerin kredili satış imkanı verilmiş, halka kolay ulaşabilmesi için muhtelif meskenlerde dükkanlar açılmıştı. Resmi Gazete hükmünde olan Takvim-i Vekâyi’de afişler, pazarlamalar yapılıyor, ithal feslere karşı kaliteli yerli feslerin kullanılması tercih ettirilmeye çalışılıyordu. Böylelikle Feshane, kendi kendine dönen bir çark oluyor, diğer toplumlar gibi sanayileşmeye ayak uydurmaya çalışıyordu.

    Her ne kadar sanayiye adapte olmaya çalışsa da bir devrin sonu, her devlete olduğu gibi Osmanlı’ya da gelecekti. Son, muhakkaktı. İçten ve dıştan entrikalar, liyakatsiz bürokratlar, kalitesiz ve kalifiye olmayan çalışanlar, ipleri dışarıda bulunan devletlere hizmet edenler, bağımsızlık ayaklanmaları ve ulus devlet propagandaları da bu sonun gelmesinde süreci hızlandıran etkenlerden sadece bazıları olacaktı…

    Yazarın Diğer Yazıları
    Reklam
    Reklam
    Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.